“Kâhya ölmüş” dediklerinde bir an duraksadım; sadece “Kâhya?” diyebildim. Kuzenim, “hani var ya, köydeki” diye yanıtladı. Zaten bildiğim bir tek kâhya vardı: Işıklar belirdi zihnimde; sabah güneşinin ısıtıcı ışıkları...
Üç çocuktuk. Yan yana üç iskemle dizmiştik. İskemlelere ters oturmuştuk; ellerimiz iskemlelerin arkalığında birleşmişti. Yüzümüzü ellerimize yaslamış, gözlerimizi kapamıştık. Güneş ahşap evin salonunda bir ışık huzmesi halinde parlıyor, yüzümüzü, ellerimizi ısıtıyor, bizi sarıp sarmalıyordu. İçimize bir sevince dönüşerek süzülüyordu güneş; damarlarımızda dolaşıyordu. Önce ben seslendim: “Ben bir geyik gördüm” dedim; “kocaman bir geyikti”. “Ben bir şimşek gördüm” diye bağıran kâhyanın ölümünü bildiren kuzenimdi. Üçüncü çocuk “Ben bir timsah gördüm” diye bağırdı: “Geyikten daha büyüktü”. Böylece bir tartışma kıvılcımlandı. Daha ilkokula bile gitmiyorduk, ama hayallerimiz büyüktü...
Sonra bahçeye çıktık. At niyetine birer uzun sopayı bacaklarımızın arasına alıp, keyifle dörtnala gitmeye başladık. Ellerimizde değnekler vardı; savaş kılıçları çekilmişti. Annem, babaannem ve yengelerimden biri bahçeye geniş örtüler sermişler, bunların üzerine domatesler, biberler, patlıcanlar diziyorlardı kurutmak için. Ama şu anda bunlar bizi ilgilendirmiyordu. Biz düşman hattına dalmış, kılıç şakırdatarak at sürüyorduk. Babaannem bağırmaya başlamıştı. Atların yerden toz kaldırdığını söyleyip kızıyor, hafiften küfürler savuruyordu bize. Kuşkusuz bu, düşmanın korkudan kaynaklanan feryatlarıydı. Fakat korkunun ecele faydası yoktu. Biz, üç kahraman, merhametliydik, ama öcümüzü de almamız gerekiyordu. Bu arada annem ve yengem de “Gidin uzakta oynayın” diye bağrışıyorlardı. Fakat bizim savaşı kesin bir zafere dönüştürmeden bırakmayacağımızı bilmiyorlardı.
Birden feryatlar ve figanlar arttı. “Dur ulan!”Diye bağırıyordu babaannem: “Örtüyü de götürüyorsun.” Dönüp baktığımda gerçekten de düşmanın bayrağını gördüm. Atımın bir ayağına takılmış sürükleniyordu. Kanlı bir bayraktı. Diğer atlar durmuştu. “Domatesler dağıldı” diye başlayıp anlaşılmaz küfürlere dönüşen bir şeyler söylüyordu babaannem. Bense artık bu aşamadan sonra durmanın bir yarar sağlamayacağının farkında olarak at sürmeye devam ettim. Aksi takdirde hem savaşı kaybedebilir, hem de dayaktan kurtulamayabilirdim. Bahçenin uzak köşelerine doğru yol alırken annemin sesini duyuyordum: “Görürsün, bir daha sana sinema yok!” İşte bu dayaktan daha kötüydü.
Uzaktan örtüyü düzeltmelerini, dağılan domatesleri toplamalarını izliyordum. O sırada bahçenin çatal kapısı açıldı ve içeri dedem girdi, yanında bir adamla birlikte. Yürüdüler, geçtiler yanımdan ve eve doğru gittiler. Bu hoş bir şeydi. Gelen misafir beni unutturacaktı. Öyle de oldu.
Annem “haydi, git de elini öp misafirin” dedi. “Bu kim” diye sordum. “Köyümüzden geldi, oğlum” diye yanıtladı annem. Köyümüzü hatırlamıyordum. Elini öptüğüm adam orta boylu, zayıfça, kalın kaşlı bir adamdı. Gözleri bu kaşların altındaki çukurda kaybolmuş, mini minnacık kalmıştı. Dedem gibi o da kasketini yatana kadar çıkarmıyordu başından. “Ooo, büyümüş” dedi o siyah, boncuk gözleriyle bana bakarak. Sonra dedeme döndü; “bu hangisi “ diye sordu. “Yusuf’unki” dedi dedem. “He” dedi adam; “bayağı büyümüş.” Esmerdi adam. Bir kasvet tabakası yüzünü kaplamış gibiydi.
Yusuf babamdı. Neredeydi bilmiyordum, ama uzakta bir yerlerdeydi. Filmlerin perde araları gibi babamı da yaşadıklarımın ve oyunlarımın ortalarında bir görüyor, bir kaybediyordum. Kimi zaman askerden izinli gelmiş oluyordu. “Baban gelmiş” dedikleri için çevresinde dolanıyordum. O, bir iskemlede öylece oturuyor, babasıyla konuşuyor, benimle ne oynuyor, ne de konuşuyordu. Benimse onunla konuşacak cesaretim hiç olmuyordu. Bazen “baban İzmir’e çalışmaya gitti” gibi cümleler duyuyordum. Yusuf’u merak ediyordum. Acaba dayak yediğim zamanlar burada olsa beni annemin elinden alır mıydı? Bahçede taşların üzerine oturup uzaktaki çamlı tepelere bakarken “baba” diye ağlıyordum: “Gel de şu kadını döv, beni kurtar...”
Biraz sonra ahşap evimizin üst katındaydık; kendi odamızın olduğu katta. Aniden bir fenalık hissetmeye başladım ve içimden bir şeyler boşalır gibi oldu. Kusuyordum. Annem “aman oğlum..” deyip beni mutfağa doğru götürürken yerlere kusmuştum bile. Sonra beni yatırdı. “Bu nursuz adamın gözü mü değdi ne?” diye kendi kendisine mırıldandı. Düşündüm. Hayır gözü değmemişti. Yalnızca elini öpmüştüm. Ama gözü gerçekten de değerse insanı hasta edecek kadar sevimsiz görünmüştü; kasvet tabakası altında kararmış yüzüne kondurulmuş boncuk boncuk küçük kara gözler.
“Kahya” diyorlardı adama. “Kahya” ne diye sorunca “muhtar gibi bir şey” diyorlardı. Gerçekten kahya olup olmadığını hiç bilemedim. Çünkü, “köyün kahyası” diyorlardı; “köyün muhtarı” gibi.. Kahya şehre geldiğinde bize de uğruyor ve dedemlerin misafiri oluyordu. İlginç olan o geldiği zamanlar benim yine kusuyor ve hastalanıyor oluşumdu. Artık, “Kahya’nın nazarı değiyor” diyorlardı. Bu nazarın çok kötü bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. Hatta artık, annem onun elini öpmem için beni yollamıyordu.
Zaman geçti. Babam gibi, annem de uzaklarda kayboldu; o çamlı tepelerin ardında, uzaklarda bir yerlerde... “Almanya” diyorlardı. Bu sözcüğe karşı bir kin duymuyordum. Hatta bu sihirli bir sözcük olmaya başladı benim için. Renkli paketler, ışıltılı kutular ve tüm bu nesnelerden yayılan hoş bir kokuyu ifade ediyordu. Artık eskisi kadar dayak da yoktu. Özgürdüm. Ama bir şeylerin daha fazla kırıldığını hissediyordum. Tıpkı Kâhya ilk geldiği günkü gibi içimden bir şey kopuyordu; ama kusamıyordum. Yalnızca hıçkırıyordum.
Kâhya’yı daha sık görür oldum. Çünkü dedemlerle birlikte yaşıyordum ve o da onların misafiri oluyordu zaman zaman. Artık o gelince hastalanmıyordum. Yine de benim için hala gizemli bir insandı o. Çünkü onun yatağını kış günleri bile geniş ve taş zeminli sofaya yapıyorlardı. Halbuki sobalı odalarda onun yatması için yer vardı. Ama ısrarla onu o soğuk kış günlerinde buz gibi sofaya serilen yer yatağında yatırıyorlardı.
Evin dış kapısın eşiğinde oturmak hoşuma gidiyordu. Oradan bahçeyi ve daha aşağıdaki başka evlerin bahçelerini seyrediyordum. Şehir iki tepenin yamaçlarından başlayıp aşağıya doğru iniyordu. Bu yüzden önce aşağı doğru inen bahçeleri gözlüyor, sonra yükselen karşı tepenin eteklerini ve çamlarla kaplı tepelerini izliyordum. Tepenin en üstündeki ağaçlar garip bir duygu veriyordu bana. Bu ağaçlardan birinin silüeti çömelmiş, ağlayan yada düşünen bir adam gibiydi. Yanındaki ağaç ise sanki omuzuna elini koymuş onu teselli ediyordu. Başka tuhaf görünüşlü ağaçlar da vardı. Bulutlar değişik resimlere dönüşerek bu ağaçların üzerinden kayıp gidiyorlardı. İçimde bir kıpırtı vardı. Bu ufuk beni heyecanlandırıyordu. Hep o ağaçların yanında olmayı istiyor, bu bulutlara dokunabileceğimi sanıyordum. Sonra oradan başka ufuklar ve güzellikler görecektim.
Her gün mutlaka aynı eşikte uzun süre oturuyordum. Yavaş yavaş yaprakların sarardıklarını gördüm. Artık rüzgâr daha güçlü esiyordu. Yağmurlar geldi ve sonra rüzgarla birleşerek bu yaprakları dövmeye başladılar. Uçuştu yapraklar, kimileri rüzgarla savruldu; kimilerini yağmur suları bahçenin duvarlarına kadar sürükledi. Kış gelmekteydi.
Bir akşam Kahya yine misafirimiz olmuştu. Yatma vakti onun yatağını sofaya seriyorlardı ki müdahale etti: “Yok” dedi; “buraya sermeyin, daha kış gelmedi burada yatamam” dedi. Demek ki, aslında sofada yatmak isteyen o değilmiş diye düşünürken ekledi: “Yatağımı bahçeye serin, içeride bunalırım ben.” Aslında serin bir sonbahar günüydü. Hava soğuktu bile. Ama onun isteğini yerine getirdiler ve evin önündeki geniş düzlüğe, daha önce sebze kuruttukları yere iki kilim serip üstüne de yatağını yerleştirdiler.
Ben dedemle yatıyordum. Amcamın kızı Zeliha ise babaannemle yatıyordu. Onların yatakları da yan yana bitişik serilmiş iki yer yatağı idi. Gece dedem uykuya dalar dalmaz, yorganın altından süzülüp, pencerenin olduğu duvar boyunca paralel uzanan sedire çıktım. Pencereden baktım: Kâhya yatağın ortasına iç donuyla ve gömleği ile oturmuş öylece duruyordu. Sanki başını kaldırmış gökyüzüne bakıyordu. Lacivert bir geceydi. Ay yoktu. Gökyüzü binlerce yıldızla ışıl ışıldı. “Korkmuyor” diye düşündüm; “bir hayvan yada böcek gelir diye korkmuyor” Ve ona karşı küçük bir hayranlık duydum. “Keşke ben de onun gibi olabilsem” diye düşündüm.
Aynı gece ufak gürültüler üzerine uykudan uyandım. Hala karanlıktı ve yağmur yağıyordu. Sedirin üzerine çıkıp pencereden baktım: Yağış sağanak halindeydi ve bizimkiler acele ile Kâhya’nın ıslak yatak-yorganını içeriye taşıyorlardı. Babaannem odaya geldiğinde kendi kendine söyleniyordu. “Niye bu dışarıda yatıyor?” diye sordum. “Bu hep böyle” dedi babaannem. Başını sağa sola anlamlı bir biçimde salladı ve “bunalıyor” diye ekledi.
Ertesi gün benden birkaç yaş daha büyük olan Zeliha ablamla konuşurken sır çözüldü: Zeliha ablam kulağıma fısıltı ile “Bu Kahya var ya” dedi, “ameliyat olmuş. Buna köpek midesi takılmış.” Gözüm fal taşı gibi açılmıştı.
Bu söylentiyi onaylatmak için dedem yada babaannemle konuşup konuşmadığımı hatırlamıyorum. Muhtemelen bunu sorulmaması gereken bir konu olarak kabul etmiştim. Ancak o günden sonra Kahya’nın tekrar gelmesini iple çektiğimi biliyorum. Gene misafir olduğu bir geceyi hatırlıyorum:
O geceyi hep pencere önünde geçirmiştim. Onun yatağında oturup, başını gökyüzüne dikmesini, o büyük sırrın dehşeti ile izlemiştim. Artık onun iki kara çukurda parlayan boncuk gözlerini, o geldiği zaman niçin hastalandığımı bildiğimi sanıyordum ve bana öyle geliyordu ki, o dışarıda yatarken şehrin uzak-yakın sokaklarından yükselen köpek seslerinin özel bir anlamı vardır.
Şimdi bunları düşünürken bazen gülüyor, bazen ağlamaklı oluyorum. Ama yine de içimde garip bir irkilti hissettiğim gerçek. Tıpkı çocukluğumuzda öğrendiğimiz bilgilerin yerlerini başkalarıyla doldursak da, onların bizde yarattığı duyguları; sevinçleri, üzüntüleri ve korkuları değiştiremediğimiz gibi.
(1997)
Comments